30 Haziran 2007

hicran


kelimenin işaret ettiği her anlamla üzgünüm. cuma halı sahasında kolyemi kaybettim. yaklaşık bi on sene kadar önce annemin bir doğumgünümde aldığı ok ucuna benzeyen obsidyen taşım, ki hiçbir zaman; denize girerken, banyoya girerken, top oynarken, koşarken, dururken, yatarken, kalkarken... çıkarmışlığım yoktu, boynumdan düşmüş. hata bariz bizde tabii, ipi kopmaya meyilliydi düğüm atarak falan tutturuyorduk... şimdi bileğindeki ipler kopunca ipin bağlamına göre bir şeyler olan bir insan olarak buradan bir şey çıkmasın istiyorum. ya da sahiden bir enteresanlık olsun haftaya kolyemi bulayım. kelimenin işaret ettiği her anlamla üzgünüm işte...

25 Haziran 2007

"ernesto gibi..."



-Ernesto-

Komiskun
A murungxi cima vikacare
Leta gordasen
Ti goyomaktasen
Kapula kale si bzirare
"Hayde" migvare Ernesto steri
Vidat
Murungxepesi opsa na on a nga tudesa
-----
Biliyorum
Bir yıldız yağmuruna tutulacağım
Toprak çökecek
Başım dönecek , arkamda seni bulacağım
"Haydi" diyeceksin Ernesto gibi
Gidelim
Yıldızların çok olduğu
Bir gökyüzü altına

24 Haziran 2007

bulaşık

her seferinde "artık bulaşık biriktirmeyeceğim" diyorum. sonra... "gerisi beter gerisi malum" der ya erkin koray... bir tabak, iki bardak, tava, çatal derken işler büyüyor. gerçi bulaşık yıkamaktan bir şikayetim yok, seviyorum. bu sırada süngerin kenarında sıyrılan bıçak bu sefer de işaret parmağımın ikinci boğumunu yardı. çamaşır sulu-bingo deterjanlı bir şekilde beyaz köpüklerin içinde inceden bir kırmızı verdi.

topkapı sarayı'nı ilk gördüğümde padişah olasım gelmişti. mutfakta, hem de bulaşıkhanede çalışmayı ise hiç düşünmemiştim. insanoğlu işte...

"...Saray mutfağı için Matbah-ı Âmire denilir. M. Zeki Pakalın'ın verdiği bilgiye göre yirmi büyük bacalı mutfaklardan oluşan Matbah-ı Âmire'de hergün dört beş bin kişiyi doyuracak kadar yemek hazırlanır, resmi günlerde meselâ ulufe tevzii günleri sayısı onbeşbin civarında olan askerlere çorba, pilav, zerde, Ramazanın onbeşinci gecesi de bütün yeniçeri ve zabitlerine baklava pişirilirdi.

Saray mutfağı oldukça hareketli bir mutfaktır. Bir hanedan mutfağı olarak erzak sarayın kendine mahsus esnafından tedarik edilirdi. Bu esnaf sarayın kilercibaşısına bağlıydı. Kasap ustaları, yoğurtçu ve sütçüler, tavukçu, mumcu, simitçi, kalaycı, buzcu ve karcı esnafı. Mutfakta kullanılan tamlamalar mutfağın âdeta bir okul gibi öğretilen yer olduğunu göstermesi bakımından ilginçtir. Matbah-ı Âmire Ustaları ve Matbah-ı Âmire Şakirdleri (Saray mutfağı öğrencileri/çırakları) tamlamaları da bunu gösterir. Bu aslında geleneğimizde mevcut olan usta-çırak, hoca-öğrenci ilişkisidir. Matbah-ı Âmire Emini ise Saray mutfağından sorumlu kişidir. Yardımcıları ile birlikte sayıları yüzü aşan bu sınıf saray mutfağının bütün ihtiyaçlarını gün-be-gün defterler halinde tutarlardı. İşte bunlar sayesinde bugün bile meselâ Fatih dönemindeki defterlere bakarak saray mutfağına alınan malzemenin tesbit edilmesi mümkündür.

375 sayfadan oluşan bu araştırma Fatih devrinden Kanuni Sult'n devrine kadar olan mutfak defterinin dökümüdür. Bu deftere o yüzyıldaki sebze, meyve, kap kacak adları yazıldığı gibi kimi alınan malzemenin yanında ne için alındığı da kayıtlıdır: Mutfağa en çok giren yiyecek içecekler çorba için yoğurt, meamuniye için süt; peynir, yumurta, soğan, saramsak, sumak, nane, maydanoz, pazı, marul, bulgur, zeytinyağı, sadeyağ, kimyon, susam yağı, şerbet yapmak için siyah üzüm, zerdali, badem, turşu için hıyar, dana işkembesi, kelle-paça, şeker, ceviz, koyun, has ekmek için susam, sirke, bal, şerbet için pekmez toprağı, karabiber, tavuk, mastaki, tarçın, kekik, hindistan cevizi, gülsuyu, mercimek, çeşitli meyveler, boza, su, hardal, çörek otu, kuzu, kuru balık, havyar, balık yumurtası, balık, şeftali, armut, incir, üzüm, karpuz.
...

16. yüzyılın son yarısında saray mutfağının aşçı sayısı altmışa hizmetçiler de iki yüze, 17.yüzyıl ortasında ise aşçı ve hademelerin sayısı binüçyüz yüz yetmişe çıkmıştı. Konaklardaki mutfaklarda mutfak emininin adı aşçıbaşıya dönüşmüştür. Büyük mutfaklarda ocakbaşı ve ocakbaşının yardımcısı olarak da perhizci bulunurdu. Perhizcinin diğer bir adı da kuşhaneci veya ince aşçıydı. Konaklarda pilavcı, börekçi ve tatlıcı olarak çalışanlar özellikle yaptıkları bu işle anılırlardı. Börekçi ile tatlıcının işini birden yapana ise hamurcu denirdi. Bunların emrinde birçok kalfa bu kalfaların emrinde de birkaç çırak, çırağın yardımcısının yanında ise iki üç yamağı olurdu..."
/...

16 Haziran 2007

fonda requiem...

insanın kendi kanını tanıması her durumda tuhaf. bıçağın eline giriverişi... kısa süreli bir yanma hissi... "hasssiktir" diyorsun ama çelik tam derinin altına girdiğinde mi, girdiğini algıladığında mı çok belli değil. sonra bakıyorsun, bir topak kan; üstelik arkası geliyor. usul usul öyle bir süzülüyor ki seyretmekten kendini alamıyorsun. elini yıkayınca aslında bi halt olmadığını da görüyorsun, küçücük bi kesik işte. ama insanın kendi kanıyla ilişki kurması tuhaf işte.

15 Haziran 2007

o derece


insan ufacık bir an "o kadar da fena olmayabilir" diye düşünüyor. ama işte ufacık bir an... boğaz köprüsü'nün altı gibi bir yerde, fena da olmayan bir müzik çalarken, tatlı da bir esinti varken, usuldan içerken...

"insan ne ise o olmayı reddeden tek yaratıktır" demiş ya, insan bir şey düşünmediğini düşünebilen tek varlık da aynı zamanda sanırım. bunu düşününce, "öyle değil işte" diyen.

hasılı ufacık bir an "o kadar da fena olmayabilir" diye düşünüyorsun, sonra geçiyor.

07 Haziran 2007

summertime

bir de çok açık bir şey var, summertime'ın janis joplin&jimi hendrix'li versiyonu...

musiki

hazırlıktan itibaren Alman Kültür'e gitmeye başladık, önce bir grup arkadaş, sonra daha da az, sonra yalnız ben. gidip de napardık? saçma saçma bi şey anlamadan kitaplara bakardık, güya bir ikisini ödünç alırdık da (misal şimdi adı aklıma geldi, gerçi hiç unutmamıştım o da ayrı, Na Warte, Sagte Schwarte. bu kitap hayatımın bilinmeyen denklemlerinden birisi olarak duruyor. şimdi bakınca, bir düğün meselesi falanmış ama...), sonra tabii Stern'lere Spiegel'lere bakardık (e resimlerine elbet daha çok).

sonra ben kaset işini keşfettim. Mozart'ın bir sürü kasedini alıp alıp çektim (cd mi vardı yahu o zaman? tek tük vardı, hem bizim eve gelen müzik setinin cd'sini yıllarca çalıştıramadım ben. meğerse mevzuu arkasındaki küçük kilidi açmakmış sadece). Mozart'ı da Amadeus'tan keşfetmiştim. yoksa öyle bizim evde dinlenen falan bir şey olduğundan değil. el yordamıyla bulduk yani. sonra işte Chopin geldi. ama mesela Beethoven'ı sevmem o kadar...

sonra Queen de öyle çıktı karşıma, gecenin birinde trt dinlerken, orta 2 ya da 3 olmalı. ilk aldığım albümleri Greatest Hits 2, ondan sonra neredeyse her hafta bir albüm alıp, tamamladık seriyi. ilk üç albümlerini bulacam diye neler çekmiştim...

benim çok gelişkin bir müzik zevkim olduğundan bahsedilemez belki ama neyi sevdiğimi biliyorum...

02 Haziran 2007

yürüyen merdivende bir kanat oyuncusu

konstantiniye'nin, angara'dan üstün olduğu noktalardan birisi insanların yürüyen merdivenlerde sağda durma alışkanlığına sahip olmaları. tamam itiraf edeyim, bir vakitler ben de yürüyen merdiven zaten yürürken bir de ayrıca yürümek isteyen insanlara gıcık olurdum. hala da olabilirim aslında, ama ben de yapıyorum aynı şeyi. zira insanlar sağa çekilince, soldaki boşluktan akma hissiyatı olabiliyor. zaten ben en çok koşu yoluma atılan topları severim. o topu yakalamak için koşarken pek bi şey düşünmem, sadece topu yakalamayı. yakalayabilirsem, kendime "aferin lan" demeyi, yakalayamazsam "ulan yakalayabilirdim aslında bee" demeyi. bi de sahiden iyi koşarım, hızlıyımdır. zaten belki de tek özelliğim bu. ama tabii bu da bi şey kanat oyuncusu için.
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...