29 Aralık 2006

insanoğlu kuş misali

Serik... Antalya yani... anne-baba yanı. geldiğimden günden beri bir sürü şeyi kafamda tutmaya çalışıyorum yazayım diye (bir de buranın kendi has konuşması belleğimden su yüzüne nasıl bir anda çıkıverdi, bunu anlamaya çalışıyorum). benim çocukluğumun yazları hep burada geçti diyebilirim. bir koleksiyon olarak burada, o müstakil evin bahçesinde kutlanmış onlarca doğumgününün fotoğrafları vardır. tabii artık ne bahçe var (bahçe ikiye bölündü yarısı mezbelelik, bakınca içim bir tuhaf oluyor yarısında muhterem pederimizin yaptığı apartman) ne de o resimlerde görülen yüzlerin çoğu. kimi öldü ("deli Ömer"i sordum bugün anneme o "bile" ölmüş!), kimiyle artık aynı fotoğraf karesine girmeyi ben istemem, kimiyle çoğu resimde beni kucağında tutan annem.

anneannem ne kadar da ufalmış; aşçı İsmail'in dayanağı Müjgan teyze. kaç sene et kesip durdu, şiş hazırladı. küçükken o lokantada çalışmak, müşteriye yemek götürmek ne kadar önemli bir işti. Akdeniz Restaurant! tabii artık o lokantanın da olmadığını söylemek ekstra bir şey söylemek olmaz.

Tekeli İlkokulu (saçma bir şekilde daha okula gitmezken 10 gün kadar dayıoğlullarıyla okula gitmiştim buraya), pazar yeri (top oynayıp dururduk. dizlerim epeyce parçalanmıştı betona düşmekten), itfayenin olduğu yer (yüksek okul oldu. itfayeci margaz da ölmüş), dondurmacı muhtar ("beyaz saçlı adam" dedim, ölmüş), Aklar İşhanı (o zaman Serik'in en asortik mekanı bu kıçı kırık pasaja bile benzemeyen işhanıydı. işhanının en alt katındaki küçücük havuz gibi yeri, içindeki kırmızı balıkları seyretmeyi ne de severdim yarabbi), süt almaya gittiğimiz "ebenin" evi (ev terkedilmiş), çınaraltı (şimdi neredeyse yol seviyesine çıkmış. bir zaman duvarından aşağıya düşmemek için dikkat ederdim)... yeni açılan dükkanlar, internet kafeler, lokantalar, parklar...

"insanoğlu kuş misali" hasılı...

22 Aralık 2006

ortak zaman: en uzun gece...

- her erkek hayatında bir kez "genelev nerde?" sorusuna muhatap olur mu, yoksa bu sürekli benim başıma gelen bir şey mi? angaraları da sayarsak bu, dördüncü ya da beşinci oldu. soranların hep "arkadaş askere gidecek de" demesi ayrı bir sosyolojik mesele. yer: karaköy'deki yeraltı çarşısının tünel çıkışı.
- ekmek parası isteyeni, çorba parası isteyeni, hiçbir şeysiz isteyeni, "otobüse bincem param yok" diyeni gördüm ama "bi cep kanyağı ısmarlasana abi" diyeni ilk defa gördüm. kestane de ister miydi acaba? yer: istiklal caddesi.

- sürekli görüp durduğum bir kız var. birlikte tramvay bekliyoruz arada sırada (ama sahiden arada sırada), birlikte sultanahmet'te iniyoruz (arada sırada), o da yayınevinde ya da işte yazı-çizi işinde (sanırım), birlikte tünel'e bindik (bir kere), istiklal'de gördüm (bir kere). dün kitapçılarda saçma vakitler geçirip, kendimi dışarı attığımda yine karşıma çıktı. bir oğlanla yanyana yürür gibiydi dedim "bu mu la bunun erkek arkadaşı". onlar önde ben arkada yürürken, fransız konsolosluğunun önüne doğru oğlan kıza yaklaştı bir şeyler söyledi. kız bir anda ürküp, hiçbir şey söylemeden kafası önünde gittikçe sola doğru yanaştı, dallama da sağa çark etti. meğerse asılıyormuş işte. bakalım bi daha ne zaman görecez. yer: istiklal caddesi

- sokağın başına bir vcd'ci açıldı. kapanıp gider sanırım. ama kocaman bir kağıt yapıştırmış vitrine: "lost bulunur". "ulan" dedim, "ulan"... yer: başkurt sokak girişi.

21 Aralık 2006

kara karga

sabah 7.15. garip rüyalar arasından kedi miyavlaması, karga sesi. kedi-karga savaşı mı? pıt, tam da koynumda yatıyordu, atladı cama, gördü olan biteni muhtemelen. ben doğrulmadım yerimden. kargayı dinledim uzun uzun. kedi de miyavlayıp durdu. sonra yukarıdan bir cam açılma sesi duydum, bir de aşağıya doğru bir tas su sesi. kedi gitti. karga sustu. kargaları ne kadar sevdiğimi düşünürken, tam da kendisinden beklediğimiz hareketi yapıp geri geldi suyu dökene inat -kadındı sanırım-, yine gakgak'ladı.

sonra evden çıkıp, her zamanki merdivenlerden değil ilerideki merdivenlerden fındıklı yokuşuna inmeye karar vermişken, merdivenin üstünde duran bir karga gördüm. baktım kendisine. o da bana baktı.

hayır, hiçbir gizem yok aslında. zira ben sabahki olayla, yayınevine gelirken yaşadığım olay arasında ancak şimdi yazarken bir bağlantı kurdum... beatles'ın black bird'üyle olan bitenin bağlantısını kurmak bana düşmez o da ayrı...

19 Aralık 2006

"bilgisayar derslere yardımcı olur"

"bilgisayar derslere de yardımcı olur" efsanesi geldi aklıma sabah. ben bilgisayarla ilk amcamın eve getirdiği sinclair spectrum'la tanıştım. küçücük bir aletti. oyun kasetlerini (bildiğiniz müzik kasedi, ki artık onların da pek uzun bir ömrü kalmadı sanki. ne yazık), teypten (bildiğiniz teyp! ama tabii kaset devri geçince onun da ömrü bitiyor işte)(doğanın dengesi denen şey de bu değil mi?) bilgisayara yüklerdik (acayip, cızırtı dolu bir ses çıkardı). enteresan oyunlar oynamışlığımız var kendisiyle.

lakin devir commodore 64 devriydi. arkadaşların evine birbir girdi o 64 bizim eve girmedi. yavaş yavaş yayılan "bilgisayar derslere yardımcı olur" efsanesinden biz de nemalanalım dedik, sinclair'le saçma saçma grafik resimler yapmaya kalktık, resimle ilgili her konuda olduğu gibi beceremedik. sonuçta günlerden bir gün muhterem pederimiz bize ters köşe yaptı: "siz bunu madem oyun için alacaksınız, sega alalım". kabul etsen bir türlü, etmesen bir türlü (sega da sega ama, zamanın playstation'ı). kabul ettik tabii. heyhat, bu sefer de pc denen şey aldı yürüdü. "bilgisayar derslere yardımcı olur" efsanesi daha da büyümüştü. yine hamle yaptık. yok.

ilk bilgisayarım ancak 1998'de alındı. internet diye bir şeyden söz ediliyordu ama böyle değildi. falan falan...

14 Aralık 2006

samson ile dalila

kafanın daha önce pek hissetmediğin yerlerinde soğuğu daha çok hissetmek, kafanın bizzat kendisini daha çok hissetmek, gölgeni tanıyamamak, aynada kendine daha uzun bakmak, saçın gerçekten kuruduğundan emin olmak... saçları kestirmek...

12 Aralık 2006

maksat muhabbet olsun acılar şöyle dursun

ben düz sigaraya yatırım yapmıyorum. gitanes ya da puro türü tütün mamülleri alıyorum. onlar da her yerde bulunmuyor malum. bulunan yerlerle de sürekli alışveriş yapınca belli bir "muhabbet" oluşuyor. normalde de tünel'in orada bir pasaj girişinde duran bir oğlan vardı, ondan alıyordum. sonra o oğlan kayboldu (yerine gelen elemana sordum, "abi bunlar zaten akrabaydı kavga ettiler" gibi bir şey dedi). daha yukarılarda bir yer bulduk, üç film birden oynatan bir sinemanın girişi, atlas pasajı'nın karşılarında gibi. neyse, o elemanla da belli bir "muhabbet" tesis ettik. geçen gittik bu abiye, yanında biri daha duruyor, belli tezgahın esas sahibi. "backwoods" dedik, dedi bilmem kaç, dedim "şuna olmaz mı", dedi "bi dakka abi". o esas patron kılıklı herife "işte abimiz şöyle her zaman alışveriş yapar böyle devamlı gelir" diye anlattı. herif, gakguk edip "zaten gelişi şu" falan topuna girince tepem attı, "ver ulen" dedim "neyse parası ondan ver". "abi kusura bakma" falan dedi bizim eleman sonra...

baktım ama tabii. ulan giriştiğimiz 1 milyonun 2 milyonun hesabı. neden? maksat muhabbet olsun diye çoğu zaman. yoksa 1 milyon dediğin ne zaten. ama muhabbet yoksa, böyle kılkıyruk heriflerle muhatap olacağıma komuşum parasına da puluna da... öyle işte...

11 Aralık 2006

la şantami kantare

prensip olarak i-pod denen naneye karşı değilim (prensip olrak karşı olmadığım şeylerin sayısı az mı, emin değilim, ama sanmam). ama nasıl oldu da bu kadar salgın haline geldi bu onu da anlamış değilim. herkeslerin kulağında mevcut kendileri. heyhat sonunda olan oldu, tramvayda, sırtım dönüktü göremedim, adamın biri muhtemelen yanındakine "kes şunu artık. ben senin müziğini dinlemek zorunda mıyım" diye bağırdı, "hoşuma gitmiyor, ayrıca sinir oluyorum". cevap pek kötüydü, "ben senin duyduğunu duymuyorum ki. hem niye sinir oluyorsun?". "oluyorum işte kardeşim" dedi herif de. biz de sayıları, bağıran adama verdik tabii. i-podcu, "sevdiğiniz bir şey varsa söyleyin belki vardır, dinleteyim" dese on puanı ona yazardık.

ben bu esnada, karşımda duran iki İtalyan kadınla ilgilenmiyor gibi yaparken ilgileniyordum. yok o kadar güzel değillerdi (bi tanesinin gözleri güzeldi). ama gördüğüm en alçak sesli konuşan İtalyanlardı. önce İspanyolca konuşuyorlar sandım, sonra anladım İtalyanca olduğunu. bütün yol boyunca onları dinledim. insan hiç bilmediği bir dille dahi ilişki kurmaya çalışıyor. "Babil"i de kaçırdık sanırım anasını satem. zaten yakaladığım film yok ki...

bir zaman Ertürk Yöndem kişisinin, "sokak çocuğu" olarak televizyona çıkardığı (o zaman şarkı herkesin dilindeydi), şarkıyı kendi İtalyancasıyla söyleyen bi "laşantami mehmet" mi ne vardı. 5-6 sene sonra tekrar bulmuştu çocuğu, yine söylettiydi şarkıyı. aklıma geldi.

not kabilinden: "lasciate mi cantare", "bırakın beni şarkı söyleyecem" demekmiş...

07 Aralık 2006

mecburi istikamet

gece bir şişe şarap, peynir, yeşil zeytin, uzun zamandır ilgilenmediğim kadar çok gitar. çünkü öncesi var: insanın ne söyleyeceğini bilememesi kötü; söyleyeceği şeylerin mecburi istikamette, hayatın o anki gerçekliğine hiç de işaret etmeyen, klişe şeyler olduğunu bilmesi boktan...

06 Aralık 2006

eğitimin kıymalısı-peynirlisi-patateslisi

kürt börekçi yanına küçük bir çocuk almış. bu durumda bizim eski çırak kalfalığa terfi etmiş oluyor. sabah çırağa bir azar çaktı ama azar gibi de değil, daha ziyade eğitim faaliyeti: usta, börek çıkmış mı diye sordurdu bunlara. küçük eleman, kafasıyla yok işareti yaptı bizim eski çırak yeni kalfaya. o da benim böreği sararken, "öyle kafanla işaret etmeyeceksin, yok diyeceksin" dedi önce sonra da "de bakayım" diye teste tâbi tuttu. ekledi, "hem sade bana değil, ona da haber edeceksin", ustayı gösterip. bu sırada yeni çırak pek küçük pek de çelimsiz.

bir de sedef'in paket elemanı çocuk var. her odaya girişinde "selamunaleyküm" diye giriyor. girişine, içinde çoklukla çift kaşarlı rus salatalı tostun olduğu torbayı havaya savurması eşlik ediyor. ben de "aleykümselam" diyorum. queen'in mustapha şarkısı da öyle biter nitekim... (gitar riffleri de şahanedir o ayrı)

03 Aralık 2006

rock me amadeus*

Amadeus'a gittim öğlen. film olanı benim için pek özeldir. zira sinemaya gittiğim ilk filmdir kendisi. sonra televizyon gösterdiğinde videoya çekmiştim, defalarca seyrettim. replikleri ezberlemiştim neredeyse. hayatımızdaki Mozart meselesinin kökü budur.

oyun... iyiydi. tabii filmle kıyaslamıyoruz. ama yani neydi filmin esas başarısı? müziğin başrolde olması. oyunda müzik pek zayıf, pek ekleme idi. neyse...

Sihirli Flüt siparişini veren arkadaşı Mozart'a sorar: "tamam mı?", "tamam", "peki nerde mal?" "burda" der adamımız şakağına bir-iki kere vurup, "hepsi burda". ne zaman bir yazı kurmaya başlasam hep bu replik gelir aklıma. yazı yazmıyorum ama şimdi aklıma geldi. (yok oyundan gelmedi, öylesine geldi. zaten oyunda bu repliği geçiştirmişlerdi.)

"sanat insanı" modunu kapayalım. önümde oturan ikide bir cep telefonu açıp ışığını gözüme sokan kadının kafasına arkadan bi tane koysa mıydım acaba diye düşünüyorum hala...



*Roll'un Mozartlı bir sayısı olmuştu, ondan çaldım başlığı. gerçi onlar da
Falco'dan çalmışlardı.

01 Aralık 2006

pambuk bar

öğlen şarabı; kırmızısı, beyazı... sonra ortalık sakinleşince, her şey bitince bourbon; buzsuz falan ama güzel. ulen dükkan değil, bar mübarek. ama orhan abi tabii ne de olsa...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...